25 Kasım 2009 Çarşamba

Hülya'dan yola çıktık Ayça'dan ilham aldık.

Hülya'da gördüm hemen işe koyuldum. Biraz buldumcuk gibi oldu ama bu blog arkadaşlığı çok faydalı neler öğreniyoruz ya..
Tunam katı gıdalara geçtiği andan itibaren bana hiç sorun yaşatmadı. Bir çok yemeği azda olsa yedi ve ben bu konuda hiç zorlamadım istemediyse hemen mama sandalyesinden indi bir sonraki öğüne kadar aç kaldı.
Hülyanın post konusu hazır bebek mama ve bisküvileri. Bu konuda ben oldukça katı davrandım. Hiç ağzından kavonoz maması girmedi hep kendim yaptım muhallebisini. Mama kıvamındada yiyecek çok nadir verdim. İlk kahvaltıya geçişte biraz bulamaç gibi yapsamda sonra yalnış yaptığımı düşünerek hemen vazgeçtim.Aslında çok muhallebi vermedimde diyebilirim dr. diyet verdi çünkü bir dönem bize. Bu sebeple belki Tunam şeker ihtiyacını gidermek için meyvaya saldırdı. Her türlü meyvayı yiyor diyebilirim. Günde nerdeyse 5 porsiyon meyva yiyor abartmıyorum.
Kaçınılmaz sonuçla yüzyüze geldik artık Tunam tanıştı bisküviyle arada biz tattırdık (her verişte vicdan azabı duydum ) ve şu sıralar dışarıda oynarken arkadaşlarından görüp annelerinin ya da bakan kişilerinde canı çekmesin diye tosunumun eline tutuşturduklaı bisküvilerden dolayı oğluş evde biskü biskü diye dolaşır oldu. Ve Hülya'nın postu Ayça' nın bisküvi tarifi imdadıma yetişti.



Ama ben öyle şekil falan vermedim bardakla yuvarlayı verdim

Yemek konusunda ise arada yemek seçmeye başladık gibi taze fasülye , pırasa, ıspanak 1 hafta yiyorsak 2 haftaya sevmiyoruz , balık 1 aydır ağzına sokmuyor nerdeyse 1 tanesini kendisi yerken, etlede pek aramız yok.
(Haa haaa çok güldüm yemekle hiç sorun yaşamayan anneye bak.) Yemediğinde alternatif yaratıyoruz mutlaka yiyor aç kalkmıyor yani sofradan.
Dikkat ettiğim başka birşey ise mutlaka hergün taze yemek pişir bizde. Yemekleri 4 kişilik yapıyorum. Her gün yemek yapmak bazen sinir bozucu olabiliyor aslında bir adı konsa gerisi kolayda..

20 Kasım 2009 Cuma

18. ayda neler oluyor?

İşte dönüm noktalarından biri daha 18 ay..
Two terribal'a iki kala, herşeyi kendisinin yapmaya çalıştığı şu sıralar anne bazen kendini çaresiz hissediyor.Allahtan Tunam aşırıya kaçmıyor inatlaşama konusunda - şimdilik- İlgisini çok çabuk başka bir yöne çekebiliyorum.
Bir önceki postta babaya ne kadar bağlı olduğunan bahsetmiştim.Allah sesimimi duydu mu yoksa Tuna'm mı hissetti bilmiyorum. Postu yazdığımın günün akşamına oğluşta değişmeler meydana geldi.Babamızın hasta olması sebebiyle beraber uyuyoruz. Totosunu dayıyor , kafayı bana doğru çevirip yanağıyla temas etmeye çalışıp eliylede yüzüme dokunuyor allahım işte o an benim bittiğim andır. Bu günde bir ilki yaşadık çıkarken ilk defa beni bIrakmadı kafasını boynuma gömdü. Kıyamadım, alışık değilim ben bu durumlara tabiii. Teyzemizle aşağıya kadar indik kapıdan yolladı beni gönülsüz gönülsüz.
Annenin türlü türlü versiyonu var bizde '' anne, anna, anamm'' birde soru sorar gibi, kaybetmişte arar gibi uzaltılmış hali ''anneee?''
Daha önceki danslarını koymuştum bloga dansları ilerlettik annaa, baba, oğul hep beraber dans ediyoruz. İkimizide kaldırıyor iki elinide hitler gibi kaldırarak ''baadaa'' ve türevlerini söyleyerek tekrar etmemizi istiyor ve bizde yapıyoruz o andaki halimizi görseniz.. Parmağında oynatıyor yani..
Zıplamaya çalışıyor sürekli parmak ucuna kadar geliyor ama yerden kesilmiyor o patatesler..

Boya yapmaktanda sıkıldık biz, kitap okumaktan, oyuncaklarla oynamaktan, pencereye bir '' hohhh '' yapıp baba yazmak daha çok hoşuna gidiyor ne isterse artık. Geçen gün süngeri aldık üzerine kürdanları sapladık çok hoşuna gitti eline battığı içinde oldukça dikkatli yaptı.Yine aynı kürdanları kendi kutusundan başka bir yere boşalttık, ama ne olur ne olmaz diyerek kaldırdım geri malzemeleri.




İlk tatlımızı yaptık ama baba kontrolünde..



Tuvalet durumunda ne haldeyiz?
Banyoya gidiyoruz kaka yapıcağı zaman, bezini çıkarıyoruz, bizimki lazımlığa değilde banyonun bir köşesine gidip kaka, çişin yapıyor. Kalkıyor şöyle bir arkasına bakıp uzun bir '' aaa aaaaa'' çekiyor sonra tekrar oturup yapabilecek mi kendini test ediyor. Kıpkırmızı kesilip ıkınıyor ama gerisi gelmiyor tabii.
Şimdi arkadaşlar soruyorum bu duruma hiç tepki vermemelimiyim yapsın mı yoksa (lazımlığa oturmuyor) hemen bezleyip bezemi yapmasını sağlıyayım?
Eskiden herkesle paylaşırdı elinde ne varsa şimdi ise pek vermiyor özelliklede kendinden küçüklere ve yaşıtlarına, ama abi abla olursa o başka hemen veriyoruz. Dışarıdayken dikkatimi çekti. Her zaman dışarıya çıkarken aldığımız baston tekerleğimiz var hep alırız ama hiç oynamayız. Eğer ki bir abi abla görürsek hemen onu alıyor ve kendilerine doğru ses çıkarta çıkarta giyoruz. Galiba onunla abi- ablası oynasın diye:))


Henüz cümle kurmaya geçmedik. Ama kelime hazinemiz gün be gün artıyor çogu zaman uyduruyoz aslında beklemedeyiz.
Tosunumun çok iyi bir müzik kulağı var. Ona söylediğimiz sarkıları taklit edip söyleye biliyor. Komşumuzun öğrettiği harmancık tekerlemesini, daha dün annemizin.. vs. kendince uydurup melodisiyle tekrar ediyor yakalayabilirsem buraya koyacağım.
Küpleri üst üste koymaya başladı vura vura çok hırçınız çokk.
Vs vs. hergün Tuna'mla yeni bir yenilik gerçekleşiyoR.
Yarın öğretmenler günü tüm öğretmenlerin öğretmenler günü ve gelecek kurban bayramınızda kutlu olsun bayramdan sonra görüşmek dileğiyle bye..

19 Kasım 2009 Perşembe

Baaabaaaa

Şu sıralar hiç yazasım yok hergün blog arkadaşları neler yapmış merakla okurken elim yazıya varmadan kapatıyorum bilgisayarı. Tunamla çok ilgilenemediğimi düşünüyorum şu sıralar ve bana düşkün olmayışının sebebini belkide buna bağlıyorum. İçin için kıskanıyorum o ikisini.
* Pencereye buhar yapıp karalıyoruz. Uzun bir '' Baa baaa'' çekerek yazıyor aklı sıra,
* Boya yapıyoruz yine '' baba'',
* Gece uyanır '' baba'' ve babasız sakinleşmez.
* Gündüz dilinde'' baba'',
* Akşam ''baba'' eve gelir benim yüzüme bakmaz.
* Akşam yatarken emişiriz ama '' baba'' ile uyuruz.
* Çöp atmaya, ekmek almaya, pazara, alışverişe ''baba''sıyla gideriz. Ben evde saçını süpürge eden rolünde..
* Sabah anne işe gider artık beni geçirmeye bile gelmez.'' Baba '' gider ortalığı yaygaraya verir.
* Öğlen anne işten gelir karşılanmaz.'' baba'' akşam gelir daha anahtar tıkırtısına kapıda biteriz.

İsyanlardayım bu kadar mı olur yaa?

10 Kasım 2009 Salı

mim

Sevgili Esra bizi mimlemiş.Biarz geç kaldık hemen cevaplıyoruz.

1) Bloğuma neden bu ismi verdim ?
Ahh adından belli özel bir sebebi yok tosunumun ismi. Unutmamak ve hatırlanmak amaçlı tosunuma yazdığım, birazda benim günlüğüm gibi olan bloğa farklı bir isim vermedim.

2) Bloğu yazarken attığım star tribi?
Valla hiç tribe girmem. Trib atacak kimse yok.Yemek yerken takılıyorum işte. Sonra gelsin ev işleri zaman kısıtlı ne yapalım.

3) En son satın aldığın garip şey ?
Kullanamayavağım garip şeyler almam genelde yakın zamandada almadım.

4) Şeker gibi olduğun anlar
Akşam ya da hafta sonu tosun uyuduğunda bitanemle sinema keyfi yapmak.
Hafta sonu kahvaltılarını söyle uzun uzun aşkımla çayımızı yudumlayarak geçirmek.
Tosunumun en güzel tonuyla '' annaa'' demesi.
5) “Arkadaşım sormayın artık şunları” dediğin şeyler
Tuna'yı görüpte kızmı diye sorulması hala soruyorlar.

6) Aynaya bakınca gördüğün ?
Hep yorgun, yerlerde sürünüp paspas haline gelmiş gibi hisseden bir kadın.
7) Kendini okutan blog dediğin
Kayıtlı olan tüm bloglarım ,hergün bir hevesle bu gün ne yaptılar diye bilgisayar başına geçiren
8) Bu blog sahibini nerde görürsün ?
Evin etrafında Tunamla gezinirken. Pek fazla gezmiyorum desem yeri. Alışveriş için Carrefour, kipa, karşıyaka çarşı

Nerdeyse herkez mimlendi. Bu aleme yeni katılan Arda'nın annesi Narin'i, 2 çiçek bir böceğin annesi Şenayı mimliyorum.
Not: Şu blog adresin yazmayı bir türlü beceremedim. Hani şu ad tıklanınca blog karşına çıkıyor. Biri bana yardım etsin.

8 Kasım 2009 Pazar

"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır''.

"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır''.

3.Sınıf kışı
Hava soğuk kapı çaldı.
İçeriye giren kısa boylu şişkoca bir müfettiş,
yanında elleri önünde bağlanmış ceket düğmeleriyle oynayan müdürüm ''buyrun efendim ''diyor.
Buyuruyor,
herşeyi ben bilirim ifadesiyle geziniyor,
ve bana
''sen'' diyor''sen kalk bakalım oku İstiklal Marşı'nı ezbere''
Hemen kalkıyorum,biliyorum çünkü , okuyorum 11 kıtayı 12 ye gelince tekliyor kelimelerim karışıyor birbirine
müfettiş kafayı iki yana sallayıp cık cık cık lıyor
bir kaç sorudan sonra çıkıyor.
Öğretmenimiz kızıyor
Ben üzgün yanımdaki Fatmaya diyorum ki
''Şaşırdım Atatürk bana bakınca,şaşırıncada kötü kötü bakı bana ''
''Nasıl yani Atatürk sanamı baktı''
''Evet''diyorum Fatmaya inanmıyor.
Teneffüste sınıfın köşelerine,kenarlarına,sıra altlarına bile giriyoruz nereye gitsek o hep bize bakıyor.
O günden sonra her baktığımda soru bilemediğimde, kaşları çatık bildiğimde ise bana gülümsüyor-DU-
Resmi 3 sene önce değiştirilene kadar .
Artık sınıfta bakmıyorsun ne öğrencilere ne de bana
Uzaklara bakıyorsun küçültülmüş gök mavisi görünmeyen gözlerinle,
ve ben baktığımda sana her sabah hep küstüğünü düşünüp
dönüyorum 3.sınıf kışına...
Sevgimin bloğunda gördüm birmilyon kalemin başlattığı imza kampanyasını ve dedimki benimde imzam olmalı
sizde benimde imzam olmalı diyorsanız buraya bir yorumunuz yeterli.
Atamızın ölüm yıldönümü olan 10 Kasım'da yine anlamlı bir kampanyaya imza atıyoruz.
Atamızın veciz sözlerinden "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır.
Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." sözünün altına imzamızı atıyoruz.
Ülkemizin birlik ve beraberliğini korumak, kardeşlik duygularını pekiştirmek adına bu anlamlı günde 10 Kasım'da Atatürk'ün huzurunda Anıtkabir'de sunulmak üzere bir imza kampanyası düzenliyoruz
.Kampanyamıza katılmak ve destek olmak için yapabilecekleriniz iki adımda gerçekleşiyor.
Birincisi: Açtığımız Postun altına Yorum bölümüne 1 satırı geçmeyen yorumunuzla birlikte Adınızı yazıp gönderiyorsunuz.
İkinci olarak ise kampanyamızı duyurmak. İsterseniz duyuru logomuz
u sitemizin linki ile birlikte kendi sitenize ekliyorsunuz. E-postalarla dostlarınıza kampanyayı dıyurabilirsiniz.
10 Kasım'a sayılı günler kaldı. Ne kadar hızlı ve çabuk bu iletiyi yayarsak o kadar çok kişiye ulaşmış oluruz.
Haydi, hep birlikte ve yüksek sesle söyleyelim:"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."

http://1milyonkalem.blogspot.com/2009/11/altna-imzam-atarm-yeni-kampanya.html

5 Kasım 2009 Perşembe

:))



Resim yaparkenki mutluluğun tablosu..

Dairesel karalamalara geçişimiz..



Toprak anaya iletişimimiz..


Arkadaşla oynamanın verdiği haz..


Dışarıda yanımızdan hiç ayrılmayan Belinda..

Ve her akşam yaptığımız dans sov figürlerinden..
Biz yokken neler yaptık kısa kısa kareler..

4 Kasım 2009 Çarşamba

17 ay, hastalık, yaşananlar vesire vesaire..

Uzunca bir süredir yoktuk. Annemlerin gelmesi, Tuna'mın akabinde rahatsızlanması,kusmayla başlayan ama başka hiç bir göstergesi olmayan ne olduğunu anlamadığımız arada beni de yoklayan hastalıkla başımız dertteydi. Ben 1 günde atlatırken tuna'mın 2-3 gün sürdü ve daha sonrasında da iştahsızlık başgösterdi. Şükür şimdi iyi yemesi tekrar normale döndüama süzüldü tosunum. Dilimi ısırayım bebeği yemeyen anneleri şimdi daha iyi anlıyorum.
Bu arada 17 ayımıza girdik. 1,5' a 1 var diyoruz artık. Olumlu şeyler yaşarken olumsuzlarıda yaşıyoruz her anne gibi bir de buna benim gereksiz evhamlarım eklenince dünyayı kendime zindan edebiliyorum. Bazen anneliği beceremediğimi düşünürken blog arkadaşların yazısını okuyorum demekki bütün bebekler böyleymiş diyorum.
Tuna'mın gereksiz yere bağırması, çığlık atması, çabuk sinirlenip ısırmaya çalışması beni çok düşündürüyor yalnış mı tavır sergiliyorum ona karşı? Hiç tepki vermemelimiyim? Ama ısırırken beni nasıl tepkisiz kalabilirim? Bunlar beni bayağı bir düşündürüyor.
Yemek konusunda daha doğrusu kaşık kullanma konusunda çok yol katedemedik. İsteyince yiyebiliyor fakat doymaya yakın oyunlar başlıyor, ya da hiç yemiyor sürekli tabağa vuruyor. Ne yapsam?
1. Ya zamanı gelince ,ince motor becerileri gelişince yiyecek diyerek işi zamana bırakacağım.
2. Ya da Tracy'nin dediği gibi 2 yaş yaklaşıyor herşeyin bir güç mücadelesine dönüştüğü o zamanda beni dahada zorlayacak bu konuylada uğraşacağım bakalım..

Geriye dönüp yazılarıma baktığımda ne kadar güzel anne çocuk modeli çizmişim dedim kendi kendime.Hep mutlu, güzel, olumlu anıları yazarken..
Neyse birkaç güzel yönlerini daha yazayım sıpamın.

*Tuvalet eğitiminde artık lazımlığa oturup ıkınma sesi çıkarıyor o kadar.
*Boya işlerini ilerlettik. Düz çizlerden dairesel çizgilere geçtik hatta benim yaptığım resimlerin üzerine dikketlice eğilip içlerini boyamaya çalışıyor ama beceremeyince sinirleniyor.
* Artık her şeyi bazen beceremesede söylemeye başladı. Cümle kurma henüz yok sadece '' baba mama'' diyerek sofraaya çağırıyor babasını onada cümle denirse.
Bu gün yoldan geçen eskiciye '' eskidiii'' diye bağırdı zevkten bayılıyodum.
* Pazardan gelince '' pataaaa'' diye bağırarak patates satıyor. Ya da '' geee gee'' ( gevrek)diyerek simit satıyor. Parasını alıp cebine koyuyor. Ne anlıyorsa paradan?
* Dans etmede son noktadayız fiğürlerine ayak hareketlerinide ekledi her akşam dans şov var bizde.
Sizide bekleriz.

3 Kasım 2009 Salı

Fikir sahibi damaklar diyor ki!!

http://www.fikirsahibidamaklar.org/bulten/2/



Anneler! 26 Ekim Pazartesi günü 27388 sayılı Resmi Gazete'de sizi, ailenizi, çocuklarınızı çok yakından etkileyecek bir yönetmelik yayımlandı:

Tohumluklar dışındaki genetiği değiştirilmiş organizma ve ürünleri ile bunları içeren gıda ve yem maddeleri hakkında karar verme, işleme, ithalat, ihracat, izleme, tescil, etiketleme, kontrol ve denetim ile ilgili usul ve esasları kapsayan Gıda Ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair Yönetmelik" !

Şu andan itibaren market raflarına uzanıp da aldığınız herhangi bir ürün, çocukluğunuzda yediğiniz, yemeye alıştığınız gıda olmayacak. Çocuklarımıza "çocukken yediğimiz"i yedirme hakkımız, elimizden alındı. "Yerine koyduğumuz"sa, çocuklarımıza yüksek ihtimal daha fazla sağlık problemi olarak dönecek. Yeni doğanlarımızda daha fazla otizm göreceğiz. Yeni doğanlarımızın daha çoğu yaşamayacak. Çocuklarımızın çocuklarını görebilme ihtimalimiz, annelerimizinkinden daha düşük olacak...

Aldığınız her ürünün etiketini okuyun. Her içeriği sorgulayın. Endüstriyel, hazır, paketlenmiş gıdalardan uzak durun. Organik ürün tercih edin. Sertifikasyon sistemi mükemmel olmasa da, bu ürünler diğerlerinden pahalı görünse de gözünüze, düşünün ki gerçek gıdayı tanımlamanın henüz başka bir yolu yok. Gerçek gıda tüketin. Gerçek gıda tüketmemek çok daha pahalı, unutmayın. Çocuğunuza ne yedirdiğinizi ve neden diğerini yedirmediğinizi anlatın. Anlatın ki, o da kendini koruyabilsin.

Ve unutmayın: bugünün dünyası kazanç odaklı! Cebinizdeki o binbir güçlükle kazandığınız paranın alım gücüne son kuruşuna kadar güvenin. Onu gerçek gıdaya yatırın. Düşünün ki raflardaki onca yapay ürün, onca niteliği düşük gıda siz satın almadığınızda karlılığını yitirecek. Düşünün ki, gıdaymış gibi yapan onlarca kavanoz, kutu ve şişe siz satın almadığınızda üretenlerine birer zarar olarak geri dönecek. Ve hayal edin, bir gün, eğer, çokuluslu şirketler fark ederlerse ki tüketici gerçek gıdaya yöneliyor, kimbilir, belki üretimlerini gözden bile geçirirler.
Gerçek gıdaya eşit erişim hakkı
çocuklarımızın en temel hakkıdır!

Bu yönetmelik bizi kollayan bir yönetmelik değil.
Bu yönetmelik çokuluslu şirketlere toprağımızı, tohumumuzu sömürme yolu açan bir kapı.
Vatandaşını ticaretin, gerçek gıdayı GDO'nun önüne koyan bir yönetim arzuluyoruz.
Biz GDO'lu gıdaların yönetilmesini değil, yasaklanmasını istiyoruz.
Yönetmeliği kaleme alan ve altını imzalayanlara bir çift sözümüz var:
"Oğul sadıklığın bu muydu? Valla kurda yedirdin beni!"

ÇIKALIM ŞU MARKETTEN!!

Yazının linkini verdim ama aslınıda bloga koymak istedim .Okulda ulaşabildiğim herkese dağıttım. Belki birilerine sesimizi duyururuz. Ben ne mi yapıyorum? artık mümkün olduğunca marketten alışveriş yapmamaya çalışıyorum. Yapabildiğim müddetçe! Ama sağlıklılarını nasıl bulacağız oda bir muamma ?!!Keyifli okumalar.





ÇIKALIM ŞU MARKETTEN!!

Markete gittiniz. Yeşil sapları, şık karton kutuları, minik yeşil etiketleri, tek renk, tek ses, tek yürek halleri, yüksek fiyatlarıyla tezgâhların yıldızı, kan kırmızı domatesler. Yemediniz mi daha? Yiyeceksiniz! Zira onlar, modern dünyanın gurur kaynakları. “Tatmin olma” duygusu köreltilmiş, “yeter” sözünü defterinden çoktan silmiş insan evladının zekâ ürünleri onlar. Onlara şimdi domates diyorlar. Devasa seralarda, tümüyle bilgisayar kontrolünde, topraksız koşullarda (su kültürü) yetişiyorlar. Her birinin köküne birer serum hortumu bağlı, damla damla dökülüyor azotlar, fosforlar, kalsiyumlar... Hava mı lazım? Pompalar var, suyun içine gerektiği kadar hava basıyor. Güneş mi lazım? Cıvalı ampuller var, fotosentezi artıran yüksek basınçlı ışık basıyor. Kuş mu lazım? Aşkolsun! Zamanı gelince, salınıyor bambus arıları içeri, dölleniversinler, kurda kuşa muhtaç olmadan. Çünkü onlar doğanın güvensiz derbederliğine terk edilemeyecek kadar değerliler. Onlar, öbür dünyaya giderken yanımızda götüreceğimiz yatlar, katlar, plazmalar, plazalar...

Hâlâ markettesiniz. Süt içip kemikleri geliştirmek gibi bir inancın peşinde, dolaşıyorsunuz raflarda. O, beyaz sıvının içinde protein, vitamin, bir sürü bakteri, mineral filan olduğunu düşünüyorsunuz. Nasıl söylemeli, bilmem ki? Aramızda kalsın ama, onun içinde artık bir şey yok! İyisi mi bunu size, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Ahmet Aydın söylesin: “Süt sağlıklı bir içecekken, raf ömrünü uzatmak için pastörizasyon, yüksek ısı uygulaması (UHT) ve homojenizasyonla çok zararlı bir ürün haline getiriliyor. Bu işlemlerle sütün içindeki tüm bakterileri öldürülüyor. Pastörizasyon, sütün vitamin ve mineralle zenginleşmesini engelliyor, sindirim enzimlerini tahrip ediyor, tahrip olan ve sindirilmeyen protein parçacıkları, bağırsaktan kanımıza geçiyor, vücut da bunları düşman olarak algılıyor ve bağışıklık sistemini tahrip ediyor. İnsan vücudu tahrip oluyor ve alerjik hastalıklara, bağışıklık sistemi hastalıklarına, romatizmal hastalıklara neden oluyor. Çocuklarda görülen kronik orta kulak iltihabının altında da süt kullanımı vardır.”

Hadi bunları geçtik bir kalem. Siz o sütü veren ineğin başına gelenlerden haberdar mısınız? İnek inek olmaktan çıkalı çok oldu. Ağaç talaşı, mermer tozu dahil önüne konan her şeyi yiyen, bol hormon ve antibiyotikle ayakta durabilen, deri kaplı et parçaları onlar. Günde 100 kilo süt veren inek yaptılar! Ne demek biliyor musunuz bu?

Alışverişe devam
Market arabasını sürmeye devam. Üzümleri gördünüz mü? Sanki bağdan yeni gelmişler. Dipdiri, ipiriler. Nereden geliyor bunlar? Şili’den. Şili mi? Evet! Kaç gündür buradalar? Üç-beş gün oldu. Düşünün, Şili’nin bir köyünde topluyorlar bunları. Uzun yolculuklar sonunda buralara geliyor.

Bir süre bizim manavda bekliyor. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de üç-beş gün daha, bana mısın demiyor mübarek. İyi ama, nasıl? Şahane şeyler var, adına ilaç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilaçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım mesela: Dane büyüklüğünü artırır, dane ağırlığını artırır, dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir, tam olgunlaşmada bile daneye parlak sarı yeşil rengini verir, güçlü üzüm çöpüne rağmen dane sıkıca sapa bağlı kalır, bu yüzden yükleme taşıma esnasında danelenme nedeniyle olabilecek kayıplar azalır, dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner, hastalıklara direnç katar, kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir, yüksek kalite ve standart sağlar, raf ömrü uzar.
“Oyy! İçime fenalık geldi, çıkart beni buradan” diye feryatlar eden okura biraz sabır.
Kayseri’ye gittiniz, eh dönüşte adettir memlekete biraz mantı götürülür. En ünlü mantıcının önünde durdunuz. Yol uzun ama mantılar vakumlu paketlerde, hiçbir şey olmaz bunlara. “Taaa Amerika’ya gönderiyoruz biz, hiç merak etmeyin” diyor satıcı. Aldınız birkaç paket, doğru evdeki derin dondurucuya. Günün birinde canınız çekti, attınız mantıları kaynar suya. Ama bu nasıl tat? Kıyması mı farklı, ne? Cahillik içinde yüzen okura bir bilgi daha: O, mantının raf ömrü uzasın diye içine konan azot gazının zamanla gıdayı zehirlemesinden kaynaklanan tat. Şimdilerde adlarına “gıda gazı” diyorlar.

Besinlerin raf ömürlerini uzatmak için içlerini gazla dolduruyorlar. Azot gazı da oksijen istenmeyen durumlarda inert atmosfer oluşturarak gıdaların kısa sürede bozulmasını önlüyor. Mesela, taze etlere de oksijen gazı veriyorlar ki, hep taze, kıpkırmızı görünsün. Yasal bunlar, girin internete “gıda gazı” diye, görün neler yediğinizi raf ömrü uğruna.

Daha durun! Petunya ve karnıbahar geni konmuş mısırlardan yapılan cipsleri de yiyeceksiniz. Geceleri de bahçenizi denizanası geniyle donatılmış buğdaylarla aydınlatacaksınız. Diyebilirsiniz ki, “hep olumsuz tarafından bakma, bu gelişmeler olmasa açlığın önüne geçilemez”. İyi ama açlığın nedeni gıda üretimindeki yetersizlik değil ki! Tam tersine, bugün dünyada gıda üretiminde fazlalık var. Öyle ki, tüm üretilen besinleri toplayıp dünyadaki insan sayısına bölseniz, kişi başına günlük 2720 kilokalori gıda düşüyor. Bu hepimizi besler de, yusyuvarlak bile yapar. Sorun gıda üretiminin yetersizliği değil, aç olanların gıda alacak paralarının olmaması.

Ama, daha da vahimi, biz de o süt, domates, üzüm gibi oluyoruz. Neye ağlayıp neye güleceğimizi birileri bize anlatıyor. Kimi sevip kimden nefret edeceğimizi de. İnsan ilişkilerini artık klavye ve monitor üzerinden kuruyoruz. Tanışmadığımız insanlarla klavyelerle kavga ediyoruz. Gün geliyor, öldürüyoruz. Adına “bilgi” dedikleri rafine verilerle zihnimizi doldurup enselerinde barkod yapıştırılmış mamül ürünler oluyoruz. Bir an önce çıkmak lazım bu marketten, hadi durmayın, acele edin. Çıkın dışarı, “Ben sütçümü, yoğurtçumu istiyorum” deyin. “Eciş bücüş mısırları, yamuk yumuk pembe domatesleri de istiyorum” deyin. “Adını, sanını, derdini tasasını bildiğim manavımı da istiyorum” deyin. Hele bir başlayın istemeye, arkası gelir mutlaka. Benden söylemesi, yoksa yapıştıracaklar barkodu ensenize.
Sunay DEMİRCAN

Markete gittiniz. Yeşil sapları, şık karton kutuları, minik yeşil etiketleri, tek renk, tek ses, tek yürek halleri, yüksek fiyatlarıyla tezgâhların yıldızı, kan kırmızı domatesler. Yemediniz mi daha? Yiyeceksiniz! Zira onlar, modern dünyanın gurur kaynakları. “Tatmin olma” duygusu köreltilmiş, “yeter” sözünü defterinden çoktan silmiş insan evladının zekâ ürünleri onlar. Onlara şimdi domates diyorlar. Devasa seralarda, tümüyle bilgisayar kontrolünde, topraksız koşullarda (su kültürü) yetişiyorlar. Her birinin köküne birer serum hortumu bağlı, damla damla dökülüyor azotlar, fosforlar, kalsiyumlar... Hava mı lazım? Pompalar var, suyun içine gerektiği kadar hava basıyor. Güneş mi lazım? Cıvalı ampuller var, fotosentezi artıran yüksek basınçlı ışık basıyor. Kuş mu lazım? Aşkolsun! Zamanı gelince, salınıyor bambus arıları içeri, dölleniversinler, kurda kuşa muhtaç olmadan. Çünkü onlar doğanın güvensiz derbederliğine terk edilemeyecek kadar değerliler. Onlar, öbür dünyaya giderken yanımızda götüreceğimiz yatlar, katlar, plazmalar, plazalar...

Hâlâ markettesiniz. Süt içip kemikleri geliştirmek gibi bir inancın peşinde, dolaşıyorsunuz raflarda. O, beyaz sıvının içinde protein, vitamin, bir sürü bakteri, mineral filan olduğunu düşünüyorsunuz. Nasıl söylemeli, bilmem ki? Aramızda kalsın ama, onun içinde artık bir şey yok! İyisi mi bunu size, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Ahmet Aydın söylesin: “Süt sağlıklı bir içecekken, raf ömrünü uzatmak için pastörizasyon, yüksek ısı uygulaması (UHT) ve homojenizasyonla çok zararlı bir ürün haline getiriliyor. Bu işlemlerle sütün içindeki tüm bakterileri öldürülüyor. Pastörizasyon, sütün vitamin ve mineralle zenginleşmesini engelliyor, sindirim enzimlerini tahrip ediyor, tahrip olan ve sindirilmeyen protein parçacıkları, bağırsaktan kanımıza geçiyor, vücut da bunları düşman olarak algılıyor ve bağışıklık sistemini tahrip ediyor. İnsan vücudu tahrip oluyor ve alerjik hastalıklara, bağışıklık sistemi hastalıklarına, romatizmal hastalıklara neden oluyor. Çocuklarda görülen kronik orta kulak iltihabının altında da süt kullanımı vardır.”

Hadi bunları geçtik bir kalem. Siz o sütü veren ineğin başına gelenlerden haberdar mısınız? İnek inek olmaktan çıkalı çok oldu. Ağaç talaşı, mermer tozu dahil önüne konan her şeyi yiyen, bol hormon ve antibiyotikle ayakta durabilen, deri kaplı et parçaları onlar. Günde 100 kilo süt veren inek yaptılar! Ne demek biliyor musunuz bu?

Alışverişe devam
Market arabasını sürmeye devam. Üzümleri gördünüz mü? Sanki bağdan yeni gelmişler. Dipdiri, ipiriler. Nereden geliyor bunlar? Şili’den. Şili mi? Evet! Kaç gündür buradalar? Üç-beş gün oldu. Düşünün, Şili’nin bir köyünde topluyorlar bunları. Uzun yolculuklar sonunda buralara geliyor.

Bir süre bizim manavda bekliyor. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de üç-beş gün daha, bana mısın demiyor mübarek. İyi ama, nasıl? Şahane şeyler var, adına ilaç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilaçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım mesela: Dane büyüklüğünü artırır, dane ağırlığını artırır, dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir, tam olgunlaşmada bile daneye parlak sarı yeşil rengini verir, güçlü üzüm çöpüne rağmen dane sıkıca sapa bağlı kalır, bu yüzden yükleme taşıma esnasında danelenme nedeniyle olabilecek kayıplar azalır, dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner, hastalıklara direnç katar, kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir, yüksek kalite ve standart sağlar, raf ömrü uzar.
“Oyy! İçime fenalık geldi, çıkart beni buradan” diye feryatlar eden okura biraz sabır.
Kayseri’ye gittiniz, eh dönüşte adettir memlekete biraz mantı götürülür. En ünlü mantıcının önünde durdunuz. Yol uzun ama mantılar vakumlu paketlerde, hiçbir şey olmaz bunlara. “Taaa Amerika’ya gönderiyoruz biz, hiç merak etmeyin” diyor satıcı. Aldınız birkaç paket, doğru evdeki derin dondurucuya. Günün birinde canınız çekti, attınız mantıları kaynar suya. Ama bu nasıl tat? Kıyması mı farklı, ne? Cahillik içinde yüzen okura bir bilgi daha: O, mantının raf ömrü uzasın diye içine konan azot gazının zamanla gıdayı zehirlemesinden kaynaklanan tat. Şimdilerde adlarına “gıda gazı” diyorlar.

Besinlerin raf ömürlerini uzatmak için içlerini gazla dolduruyorlar. Azot gazı da oksijen istenmeyen durumlarda inert atmosfer oluşturarak gıdaların kısa sürede bozulmasını önlüyor. Mesela, taze etlere de oksijen gazı veriyorlar ki, hep taze, kıpkırmızı görünsün. Yasal bunlar, girin internete “gıda gazı” diye, görün neler yediğinizi raf ömrü uğruna.

Daha durun! Petunya ve karnıbahar geni konmuş mısırlardan yapılan cipsleri de yiyeceksiniz. Geceleri de bahçenizi denizanası geniyle donatılmış buğdaylarla aydınlatacaksınız. Diyebilirsiniz ki, “hep olumsuz tarafından bakma, bu gelişmeler olmasa açlığın önüne geçilemez”. İyi ama açlığın nedeni gıda üretimindeki yetersizlik değil ki! Tam tersine, bugün dünyada gıda üretiminde fazlalık var. Öyle ki, tüm üretilen besinleri toplayıp dünyadaki insan sayısına bölseniz, kişi başına günlük 2720 kilokalori gıda düşüyor. Bu hepimizi besler de, yusyuvarlak bile yapar. Sorun gıda üretiminin yetersizliği değil, aç olanların gıda alacak paralarının olmaması.

Ama, daha da vahimi, biz de o süt, domates, üzüm gibi oluyoruz. Neye ağlayıp neye güleceğimizi birileri bize anlatıyor. Kimi sevip kimden nefret edeceğimizi de. İnsan ilişkilerini artık klavye ve monitor üzerinden kuruyoruz. Tanışmadığımız insanlarla klavyelerle kavga ediyoruz. Gün geliyor, öldürüyoruz. Adına “bilgi” dedikleri rafine verilerle zihnimizi doldurup enselerinde barkod yapıştırılmış mamül ürünler oluyoruz. Bir an önce çıkmak lazım bu marketten, hadi durmayın, acele edin. Çıkın dışarı, “Ben sütçümü, yoğurtçumu istiyorum” deyin. “Eciş bücüş mısırları, yamuk yumuk pembe domatesleri de istiyorum” deyin. “Adını, sanını, derdini tasasını bildiğim manavımı da istiyorum” deyin. Hele bir başlayın istemeye, arkası gelir mutlaka. Benden söylemesi, yoksa yapıştıracaklar barkodu ensenize.
Sunay DEMİRCAN